2010’da mobil blogger’lar ile yaşamak…
Refik Çağlayan
Thomas L. Friedman adlı ünlü gazeteci, son yazdığı “World is Flat” adlı kitabında, “globalleşen dünyanın 3 fazından” bahsediyor. Tezine göre globalleşmenin ilk evresi, “dev ülkeleri” doğruyor. Küreselleşme yayıldıkça dünya, ikinci faza “dev şirketlerle” giriyor. Şimdi ise damarlarına kadar küreselleşen, dolayısıyla düzleşen yenidünyanın, yarattığı kahramanların “dev şahsiyetler” olacağını söylüyor. Tabi ki bunun en büyük katalizörü, internet ve yeni gelişen teknolojiler.
Küresel dünyanın 2. fazında devleşen firmaların başında hiç şüphesiz medya kuruluşları gelir. Bizler bu firmalar sayesinde, her yeni gün, yeni olaylara gebe ülkemizde ve yaşadığımız kürede ne olup bittiğinin farkına varırız. Tabi ki sansürlerin, arka tarafta yaşanan pazarlıkların, politik filtrelerin izin verdiği kadarıyla…
Şimdi ise dünyanın iyice düzleştiği, sistemlerin küreselleştiği, sokakta ki adamın bile bir arkadaşına öğüt verirken “pazar artık ülke değil, yeni Pazar; Dünya!” dediği bir çağda yaşıyoruz, Mesafeler böylesine daralır ve dünya düzleşirken, alemin sanal tarafında vücut bulan yepyeni bir ruhun doğuşunu ve bu ruhun yenidünyaya kattıklarını rahatlıkla görebiliyoruz. Bu ruh tabi ki blogging…
Blogging; “Kişisel fikirleri, gözlemleri ve bilgiyi hiç bir baskı altında kalmadan, herhangi sansüre yakalanmadan tamamen özgürce ama bir o kadarda kontrolsüzce, aktarmanın yeni yolu…”
Blog tutma geleneğinin ilk çıkış noktası maalesef Irak savaşı… Dünyada teknolojinin ve bilimin ilerlemesinin en büyük sebebi olan askeri ihtiyaçlar yani savaşlar ne büyük bir tezattır ki kendisine karşı olan bir yeniliğin yahut yeni bir geleneğin ortaya çıkmasına vesile oldu. Çünkü blogging denen bu akım, savaşa katkı için değil, savaşa karşı verilen bir mücadelenin sonucu olarak hayat buldu.
Irak’ta savaşa maruz kalan “suçsuz ve çaresiz” halkın haricinde, içinde bir nebze insanlık bulunan kişiler sadece gazeteciler… Her ne kadar kendi ideolojileri, fikirleri olsa da günün sonun da onlar birer memur ve kendilerinden istenileni aktarmak için oradalar. Hal böyle olunca da bizlere yani haber bekleyenlere, Irak’ta yaşanan gerçekleri değil, medya patronlarının görmemiz istediklerini görmek, inanmak kalıyor.
İşte blog’lar ve blogging; tüm bu gerçeğin farkında olan gazetecilerin, yaşanan insanlık dramını tüm dünyanın gözleri önüne sermek ama bunu yaparken de (haklı olarak) ekmeklerini kaybetmemek için kimliklerini gizleme isteği ile ortaya çıkıyor.
Bugün savaşta yaşanan birçok insanlık dışı faaliyetlerin görüntülerine, resimlerine ve makalelerine bu bağımsız mecra yani blog’larda yazan, kimliklerini gizleyen gazeteci bloggerlar sayesinde ulaşmış olduk. Bu bilgiler sayesinde dünya bazı egemen güçlere karşı tepki aldı. Olayın aslında hiç de göründüğü gibi olmadığını anladı.
Bu aşamadan sonra blog’lar, sadece gazetecilerin kullandığı bir alan olmaktan çıktı ve aynı mantıkla işleyen bir düzen içinde, internette var olan herkesin kullandığı bir araç haline geldi. Eğer konu, haber almak ya da başkalarının fikirlerine, gözlemlerine ulaşmaksa emin olun artık ihtiyacınız olandan çok daha fazlasına sahipsiniz. Şu an internette var olan milyonlarca blog sayfasının bir kısmı, çoktan yazarlarını devleştirmiş ve onları, yazdıkları konularda bilinen, güvenilen birer isim yapmıştır. Yani “düzleşen dünyanın” 3. fazının yeni kahramanları…
Tüm bu gelişmelerin ışığında, yeni trendlerin, gelişen teknolojilerinde katkısıyla, gelecek toplum düzeninde nasıl bir yer alacağını tartışmamız gerektiğini düşünüyorum.
Bana kalırsa blogging’i bir ruh, bir duruş olarak kabul etmek gerek. Şu an kullanıcıların çoğu bu ruhu, masa başında klavyeleriyle yaşıyorlar. Yeni yeni yayılan podcasting ya da videocasting gibi metotlarda gene masa başından ya da her hangi bir yere (sabit) bağlı bir şekilde gerçekleştiriliyor.
Beni tanıyanlar son cümleden konuyu nereye getireceğimi anlamıştır. Konumuz Mobilasyon, yani yaşam destek ünitelerinin mobilleşmesi ve bizleri mekândan daha da bağımsız kılması…
Şu an mobil cihazlar üzerinden gerek GSM gerek W-iFi altyapılarıyla sağladığımız kablosuz iletişimin olanakları sayısal olarak ortada. Ülkemiz her ne kadar bu hızların çok gerisinde olsa da, ben ülkemizi görmezden gelip, sizleri dünyanın birçok coğrafyasında verilen 3G ve UMTS hizmetlerinin de ötesine götürmek istiyorum. Daha büyük hızlara…
Kişilerin taşınabilir cihazlarından TV izlemeyi artık içlerine sindirdiği yani teknolojinin büyüsüne kapılmaktan ziyade, verilen içeriğe odaklandıkları zamanlara…
Görüntülü konuşmanın, cep telefonun ilk çıktığında da bizleri soktuğu “sudan çıkmış balık” modundan ziyade artık sıradan bir iletişim tarzı olduğu zamanlara..
Hatta ve hatta bireysel yayıncılığın mümkün olduğu hızlara…
Şimdi düşünün… Bundan bir zaman sonra, bugün yaşadığımız dramın yani Bağdat’ta ki savaşın aynısının gene Bağdat’ta tekerrür ettiğini…
“
Şu an saat 11:33. Üyesi olduğunuz haber portalı, mobil cihazının ekranında pop-up bir pencere çıkartıyor. Başlık aynen şöyle; “Bağdat’ta 2 dakika önce büyük bir çatışma çıktı. Görüntüleri canlı seyretmek için tıklayın…”
Dokunmatik ekranınıza parmağınızın ucuyla tıklayıp, cihazınıza onay veriyor ve ilgili sayfaya gidiyorsunuz. Açılan pencere tam 10 adet ufak pencereye bölünmüş. Her biri başka başka kameralardan görüntüle… Video’ların altında bu görüntüleri çeken bağımsız gazetecilerin isimleri var. Tabi ki birçoğu sizin tarafınızdan daha önce oylanmış. Siz zaman kaybetmemek için, daha önce en çok oy verdiğiniz El-Ahmar’ın kamerasına bağlanıyorsunuz.
El-Ahmar 15 yaşında teknolojiyi seven, Iraklı eski bir öğrenci. Füzelerin yerle bir ettiği okulu, geçen yıl bir çatışma esnasında askerler tarafından barınak olarak kullanılmış ve o an içerde ders olduğu için öğrenciler ve askerler bu binada, bir çatışmanın içinde yan yana bulunmuşlardı. Zaten bütün bu ilginç ve acı hikâye, sizin neden El-Ahmar’ı bu kadar çok sevdiğinizin sebeplerinden birisi… El-Ahmar okulun içinde yaşanan tüm bu savaşı ve acı hikayeyi cep telefonunda bulunan kamerası ile görüntülemiş, tüm dünyaya canlı olarak sunmuştu.
Bu olaydan daha sonra da, sokak ortasında askerler tarafından vahşice işkence edilen masum bir kadının görüntülerini uzaktan, gizli bir şekilde çekmişti. Daha da önemlisi bu askerlerin mekânı terk etmesinden hemen sonra işkence mağduru ve olayın şahitleri ile orada canlı bir röportaj yapmış, olayın gerçek yüzünü tüm dünyaya, yaklaşık 250 milyon kişiye canlı olarak sunmuştu.
Zaten bu olay tüm dünya halklarının vicdanını sızlatmış, sivil toplum kuruluşları, daha işkence mağduru olan kadına ambulans ulaşmadan, çoktan bir araya gelmiş ve konunun NATO’ya kadar taşınmasına yol açan protestolarını yapmışlardı.
El-Ahmar şu an ise sizin demin onay verip bağlandığınız haber portalında, yaklaşık 150.000 kişi tarafından canlı izleniyor. Sebebi ise çatışmada yaralanan ve sokak ortasında tek başına kalan bir askerin savaş karşıtı röportajı… El Ahmar kamerası ile yaralı askeri görüntülüyor ve acı çektiği her halinden belli olan asker, o haldeyken ülkesinin politikacılarına ve savaş stratejilerine saydırdıkça saydırıyordu. 5 yıldan beri evine gitmediğini, artık ailesinin de onu aramadığını ve artık demin bir mayına basıp ta kaybettiği bacağı olmadan hiç bir işe yaramayacağını söylerken, bir anda silahını şakağına dayayıp oracıkta pes ediyor genç subay…
Tüm bu görüntüleri olduğu gibi, tamamen sansürsüz bir şekilde görüyor ve içiniz sıkılıyor, moraliniz bozuluyor.
El-Ahmar’ın bu değerli görüntüler sayesinde, üyesi olduğu portal’in kazandığı kadar büyük paralar kazandığını söylemek maalesef mümkün değil. Ama gene de kendisinin yayın yaparken, ekranın üstünde yayınlanmasına izin verdiği reklamlar sayesinde ailesini geçindirecek ve evlerinin kirasını ödeyecek kadar kazandığını söyleyebiliriz. El-Ahmar’ın şu an, dünyaca ünlü okulların kendisine verdiği burs ve CNN’in yaptığı muhabirlik teklifi arasında bir seçim yapması gerekiyor. Kendisi bile ne kadar ünlü olduğunun ve belirli firmalara ne kadar büyük paralar kazandırdığının farkında değil.
Bu güneşli cumartesi günü içinizi karartan bu görüntülerin ardından sizin de, akşam oynanacak “Fenerbahçe Google” ile “Beşiktaş YouTube” arasında ki derbi maça gitmek ya da sevgilinizle şehir dışında güzel bir ziyafet çekmek arasında tercih yapma durumunuz var. Tercihi tabiî ki siz daha düşünürken kız arkadaşınız yapıyor ve kendinizi bir anda Polenezköy’e giden yolda, direksiyonun başında buluyorsunuz.
Sorun şu; maç Fener’in sahasında… Eğer tersi olsaydı nasıl olsa YouTube, Beşiktaş’ın sponsoru olarak maçın gollerini ve önemli anlarını size hemen sunuyor. Gerçi size bu bile yetmezdi çünkü siz maçın gollerini seyretmek yerine tümünü seyretmek istiyorsunuz. Neyse ki gene bağımsız blogger’lar var.
Maç başlamadan önce technorati’ye girip ufak bir arama yapıyorsunuz. Karşınıza birçok sonuç çıkıyor ama siz, gene de diğerlerinin en çok tercih ettiği “Antu” adlı portale girip, maç yayıncılarına bağlanmayı talep ediyorsunuz. .
Aynı savaş görüntülerinde de sunulduğu gib,i burada da en az 20, 25 tane farklı görüntü var. Kimisi maratondan, kimisi kale arkasından, kimisi uzak, kimi yakın… Belki ki bir tanesi maçı V.I.P. tribünden izliyor. Onun görüntüleri sahaya hem çok yakın hem de çok net. Hemen bu kişinin görüntüsüne tıklıyor ve maçı hem tam ekran hem de sesli olarak seyretmeye başlıyorsunuz.
Her ne kadar görüntüler kaliteli olsa da, bazı sorunlar da sizi rahatsız etmiyor değil. Örneğin gollerin ve pozisyonların tekrarını izleyemiyorsunuz. Gol olduğu vakit kamera sallanıyor. Gol yediğiniz vakit tribünlerden küfür sesi geliyor… Zaten bir yandan kameramanlık, bir yanda amatör spikerlik yapmaya çalışan bu bayan taraftarının sesinden çok, maç boyunca taraftarın tezahüratlarını ve davul seslerini duyuyorsunuz.
İşte profesyonel yayın kuruluşlarıyla, onların “kaçak” diye kabul ettikleri bu bireysel yayınlar arasında ki farkta tam burada başlıyor. Aslında yayın ve içerik hepsinde ham olarak var. Fakat insanlar profesyonel yayıncıların görüntülerine, sağladıkları katma değerden dolayı çok daha fazla ilgi gösteriyorlar. Haklılar da… Gollerin tekrarını, tartışmalı pozisyonları, saha içi ve soyunma odası röportajlarını, maçın akışını anlatan en kaliteli spikerleri bu kanal sayesinde izliyorlar. Bunların haricinde spor kulüplerinin bu kanallar ile olan anlaşmaları dolayısıyla birçok resmi yarışmaya ya da gerçek zamanlı oynanan bahislere de gene bu dijital yayınlar sayesinde ulaşmak mümkün…
Hiç şüphesiz futbolu ekrandan takip eden kişiler için bu özellikler olmazsa olmaz bir ihtiyaç… Yani “profesyonel yayıncılar”, blogger’lar ile rekabet edebilmek için, her hangi bir müsabakayı ya da görüntüyü seyirciye ham olarak ulaştırmanın çok daha ötesi geçiyor. Çünkü aynı içeriği ücretsiz bir şekilde izleyeceğiniz birçok bağımsız ve bireysel yayıncı mevcut. Maça gidiyorlar, ellerinde kameralar. Kendi gördükleri gibi anlatıyor ve izletiyorlar.
Rekabet için mutlaka, tecrübenin ve maddi gücün el verdiği oranda, bu ham görüntülere birçok katma değer sağlamak gerekiyor çünkü blogger’ların sınırları bu servislerde başlıyor. Artık zaman kimin neyi yayınladığının değil, neyin nasıl yayınladığının değer taşıdığı bir zaman… İşte katma değerli servislerin önemi de burada yatıyor.
Neyse ki bize maçı anlatan bu bayan taraftarının yanında, eski bir futbolcu olan babası var da; arada bir devreye giriyor ve bu sayede iki, üç tane adam gibi yorum dinliyorsunuz…
Derken maç bitiyor. Siz maça daldığınızdan olsa gerek, her ne kadar farkında olmasanız da yemek biteli çok olmuş. Siz şaşkınlığınızı gizlemeye çalışırken, güzel kız arkadaşınız çoktan suratını asmış ve ters ters size bakıyor. Gönlünü almak gerek ama aklınızda bir fikir yok. İmdadınıza operatörün yeni çıkarttığı servis yetişiyor. Mobil cihazınızla onun fotoğrafını çekiyor ve altına bir mesaj yazıp operatöre yolluyorsunuz. Evet, bu yeni hizmet çok pahalı ama sevgilinin gönlünü almak için onun resmini ve yazdığınız aşk dolu mesajı havaya yazdırmaktan başka da çare yok gibi…
Servis sağlayıcı cihazınızda ki “GPS tabanlı konum belirleme özelliğinden” faydalanıp, yerinizi tayin ediyor ve gökyüzünde size en yakın yerde, büyük, renkli bir resim gösteriyor.
Kafanızı kaldırdığınızda yıldızlardan çok daha yakın bir yerde, sevgilinizin kocaman resmi ve altında da kocaman bir yazı var. Rengârenk… Eh artık bu manzara altında, gözleri gülen sevgilinizle kuracağınız iletişim için hiç bir teknolojiye ihtiyacınız olmasa gerek…
Bundan sonrası tamamen size ait…”